29 Aralık 2008 Pazartesi

Pride and Prejudice


Bu da benim ürkünçlüğüm ama ürkünç değilim.

Dünya üzerini canlı cansız ne varsa, deniz dibinde kayaların üstünü kaplayan yosunlar gibi kaplayan önyargı ve yanlış anlaşılmalar.

Olmasa kim bilir nasıl sıkılırdım. Gururum engel olmaz, aptal hissetmezdim de kendimi. Cabası nasıl doldururdum içimdeki boşluğu da hiç yer kalmazdı. Nasıl hayalden uzak sıkıcı bir gerçeklik içinde yüzüyor olurdum. nerede kalırdı ironi. nasıl kaçardım yosundan. nasıl nasıl saçlarım nasıl siyah, gözlerim ela.

Özüm, varoluşumun anlamı, amacım, sevincim ve göz yaşım ey ön yargı! boğulurken beni kurtaran bir nefes, şemsiyemle çıktığım bir gezinti. kazayla dokunan bir ten, saçıma dolaşan fırça. Buğulu camın üzerindeki yazı, karlı günün akşamı.


25 Aralık 2008 Perşembe

The Story of An Hour



"The Story of An Hour"
Kate Chopin (1894)


Knowing that Mrs. Mallard was afflicted with a heart trouble, great care was taken to break to her as gently as possible the news of her husband's death.

It was her sister Josephine who told her, in broken sentences; veiled hints that revealed in half concealing. Her husband's friend Richards was there, too, near her. It was he who had been in the newspaper office when intelligence of the railroad disaster was received, with Brently Mallard's name leading the list of "killed." He had only taken the time to assure himself of its truth by a second telegram, and had hastened to forestall any less careful, less tender friend in bearing the sad message.

She did not hear the story as many women have heard the same, with a paralyzed inability to accept its significance. She wept at once, with sudden, wild abandonment, in her sister's arms. When the storm of grief had spent itself she went away to her room alone. She would have no one follow her.

There stood, facing the open window, a comfortable, roomy armchair. Into this she sank, pressed down by a physical exhaustion that haunted her body and seemed to reach into her soul.

She could see in the open square before her house the tops of trees that were all aquiver with the new spring life. The delicious breath of rain was in the air. In the street below a peddler was crying his wares. The notes of a distant song which some one was singing reached her faintly, and countless sparrows were twittering in the eaves.

There were patches of blue sky showing here and there through the clouds that had met and piled one above the other in the west facing her window.

She sat with her head thrown back upon the cushion of the chair, quite motionless, except when a sob came up into her throat and shook her, as a child who has cried itself to sleep continues to sob in its dreams.

She was young, with a fair, calm face, whose lines bespoke repression and even a certain strength. But now there was a dull stare in her eyes, whose gaze was fixed away off yonder on one of those patches of blue sky. It was not a glance of reflection, but rather indicated a suspension of intelligent thought.

There was something coming to her and she was waiting for it, fearfully. What was it? She did not know; it was too subtle and elusive to name. But she felt it, creeping out of the sky, reaching toward her through the sounds, the scents, the color that filled the air.

Now her bosom rose and fell tumultuously. She was beginning to recognize this thing that was approaching to possess her, and she was striving to beat it back with her will--as powerless as her two white slender hands would have been. When she abandoned herself a little whispered word escaped her slightly parted lips. She said it over and over under hte breath: "free, free, free!" The vacant stare and the look of terror that had followed it went from her eyes. They stayed keen and bright. Her pulses beat fast, and the coursing blood warmed and relaxed every inch of her body.

She did not stop to ask if it were or were not a monstrous joy that held her. A clear and exalted perception enabled her to dismiss the suggestion as trivial. She knew that she would weep again when she saw the kind, tender hands folded in death; the face that had never looked save with love upon her, fixed and gray and dead. But she saw beyond that bitter moment a long procession of years to come that owuld belong to her absolutely. And she opened and spread her arms out to them in welcome.

There would be no one to live for during those coming years; she would live for herself. There would be no powerful will bending hers in that blind persistence with which men and women believe they ahve a right to impose a private will upon a fellow-creature. A kind intention or a cruel intention made the act seem no less a crime as she looked upon it in that brief moment of illumination.

And yet she had loved him--sometimes. Often she had not. What did it matter! What could love, the unsolved mystery, count for in the face of this possession of self-assertion which she suddenly recognized as the strongest impulse of her being!

"Free! Body and soul free!" she kept whispering.

Josephine was kneeling before the closed door with her lips to the keyhold, imploring for admission. "Louise, open the door! I beg; open the door--you will make yourself ill. What are you doing, Louise? For heaven's sake open the door."

"Go away. I am not making myself ill." No; she was drinking in a very elixir of life through that open window.

Her fancy was running riot along those days ahead of her. Spring days, and summer days, and all sorts of days that would be her own. She breathed a quick prayer that life might be long. It was only yesterday she had thought with a shudder that life might be long.

She arose at length and opened the door to her sister's importunities. There was a feverish triumph in her eyes, and she carried herself unwittingly like a goddess of Victory. She clasped her sister's waist, and together they descended the stairs. Richards stood waiting for them at the bottom.

Some one was opening the front door with a latchkey. It was Brently Mallard who entered, a little travel-stained, composedly carrying his grip-sack and umbrella. He had been far from the scene of the accident, and did not even know there had been one. He stood amazed at Josephine's piercing cry; at Richards' quick motion to screen him from the view of his wife.

When the doctors came they said she had died of heart disease--of the joy that kills.

24 Aralık 2008 Çarşamba

we love you

Günler günleri kovalıyor, karlar yağıyor bense bir düşünceyi takip etmekte güçlük çekiyordum.


Güzel eleştiriler, beğeniler bu ülkede seslendirilmiyor diyen bir grup insanı bazan sevmiyor, eğer yine başkan melih gökçek olursa Ankaradan kaçıp kurtulmak istiyordum.

Kopan düğmeleri dikiyor, kopmuş, meçhule yol almış düğmeleri bulamazsam düğme satın almak için tuhafiye aradığım zamanlarda başım dönüyordu. Yine bir gün öğle tatilimi kırmızı düğme almaya ayırdım. 1 eksik düğme yüzünden 4 yerinde duran düğmeyi kopartıp 5 yeni kırmızı düğme almak zorundaydım. Esat Dörtyolu bilen bilir Tunalı'nın hemen üstü, işte orda daha önce hiç girmediğim bir pasaj varmış adı karınca pasajı, gerçekten de karınca yuvası gibi bir yer. Karanlık yerin altında bir iş merkezi. Yok be iş merkezi falan değil kandırdım. Küçük küçük dükkanlar var nasıl tarif etsem, dar eski dükkanlar. sahipleri de eski, yaşlı değil ama eskilerde yaşayan genç orta yaşlı tiplerden. Dükkana bir giriyosun dükkan sahibi kadının üstünde örgü yelek. Başka bir dükkana giriyosun adam eski bir radyodan eski makamlardan çalan Türk Sanat Müziği dinliyor. Pasajın içi başka telden dışarısı başka telden çalıyor. En alt, sağ dip koridorda bir tuhafiye bulduğumu hemen fark ettim. Dükkanın kapısında bile iç çamaşırlar, atlet kilot, dedelerin giydiği içliklerden asılıydı. Kapı kolunu zor buldum. İçeri girip "kırmızı düğme" dedim, "ne düğmesi?" diye sordu kadın. Saçları kısa modelsiz bir kesimdi, eski model bile değil yakışmamış. Kadın keşke bir aynaya baksaymış. "Hırka düğmesi" dedim sırtını çekmecelere dönüp düğmeleri aramaya başladı. O sırada kafamı şöyle bir çevirdim bir de ne göreyim. Tezgahın üstünde bir Orman Cini, Karınca pasajında eski bir tuhafiyede Orman cini! hem de satılık. Ben o kadar Ayvalık Çam ormanlarında aradımda bulamamıştım. Ankara gibi bir yerde düğme ararken onu bulmak beni nasıl şaşırttı sonra da nasıl sevindirdi bilemezsiniz. Hemen kadına "bunun fiyatı" nedir diye sordum. Fiyatını söyledi nerdeyse bedava.


Bir öğle vakti yağmur tiseliyor, çantamdakilerle yokuş aşağı çamurlu bir orman patikasından geri dönüyordum, hafiften ıslanan saçlarım kıvrılıyor ama ben yine de hiç kızmıyordum.


23 Aralık 2008 Salı

Büyük Futbolcu Büyük Takımda Bulunur.



Beşiktaş büyük takım tamam mı. Delgado da büyük oyuncu.



Dün kanepede uyudum uyandım bir yastığı sağa koydum içim geçti biraz uyudum sonra bir sola geçtim. Sergen hala konuşuyordu, oh be dedim şöyle bol bol birisi de konuşsun Beşiktaş'ı, Sergen Beşiktaş'ı bir yatırdı masaya, uykumun arasında bile konuştuklarını anladım. Hakan Ünsal'da ne fit bir futbolcu canım, çok beyefendi. Sergen "Beşiktaş'ın büyük oyuncuları yok o yüzden olmaz" da olmaz diyordu. Oturup Sergenle tartışacak değilim duyduğuma göre kendisi Türkiye'nin gelmiş geçmiş en iyi futbolcusuymuş. Pascal'dan sonra ben de Beşiktaşta pek büyük oyuncu galiba görmedim, Pascal'ın bizi diskoya götürdüğü günler, neydi o günler. O zamanlar iyi mi oynuyorduk şampiyon mu olduyduk hiç birini hatırlamıyorum. Lig fikstürü denilen şeyi de hiç elime almadım ama Pascalı hatırlıyorum.



Şey diyorum, Djibril Cisse falan gelse. Yukardaki resimde de pek korkunç görünüyor ama olsun. Djibril Cisse gelsin mesela.

OOps Bir de bu resmi varmış.





22 Aralık 2008 Pazartesi

Secret CIA Shit



Burn after reading. shit. Coens shit manalı manasız komik shit fevkalade yaptıkları bu shit gerçekten çok komik shit. Brad Pitt shit.

What the fuck is this shit.

21 Aralık 2008 Pazar

"zor be anne çok zor"


Issız Adam


bana da yalan söylediler.


Filmlerin, kitapların, yönetmenlerin, oyuncuların neyi ne için yaptıklarını, nasıl etkileyici, nasıl harika, nasıl kötü, nasıl berbat oldukları ile ilgili entelektüel bir dil ile böyle ağzı dolu dolu detaylı eleştiri yazıları yazmayı ben de isterdim ama ne yazmak ne yazılanları okumaktan hiç keyif almadım.


Neyi varsa sonuna kadar kullanıp hala yaptığını beğenmeyip kendine eziyet eden sanatçı denilen insanlar, yaptıkları işle ilgili nedenleri nasılları konuşsalar büyük bir zevkle okur dinlerim tabii. Fakat onlar da haklı olarak havuçlu tarçınlı kek tarifini vermeyi istemiyorlar.


Çağan Irmak içinde Hollywood klişeleriyle nasıl başardıysa başarmış özenti durmayan bir film yapmış.